Merhaba,
Bu yazıyla beraber ‘‘Kendine Dönüş’’ Serisine başlamış oldum. Üzerine düşünüp kendi deneyimlerimden yola çıkarak yazdığım bu seriye hoşgeldiniz. İlk yazımdan sonra sevmek üzerine okuduklarım ve sevgi pratikleri üzerine yazmak istedim. Aşağıdaki linkte dünya tatlısı Bill Fay’in ‘‘Love Will Remain’’ parçasını da kulaklarınıza ninni olsun diye bırakıyorum.
Hayatımızın merkezinde olsa bile sevme konusu üzerine çok fazla düşünmüyoruz. İnsan ruhunun temel gereksinimi sayılabilecek bir konu üzerine gerçekten ne biliyoruz? Ailemiz, çevremiz, iş arkadaşlarımız, romantik ilişkilerimizle aramızdaki sevgi ilişkileri farklı olmasına rağmen benzer noktalarda tökezliyor olabilir.
Bu konu aslında dün X’te gördüğüm bir postla beraber Erich Fromm’un, bell hooks’un, Gabor Mate’in yazdıklarına dair daha fazla düşündüm. Post, Arda Yaman’a ait ve kendisini zaten uzun süredir takip ediyorum. Dün ‘‘Hayatın anlamı, hediyeni bulmak. Hayatın amacı, hediyeni başkalarına sunmak.’’ postuyla beraber hediye kelimesi üzerine düşünmeme sebep oldu. Sevgiden daha sunulabilir bir şey gelmedi aklıma. Bu hediyeyi nasıl sunuyoruz? Ailemizi sevme şeklimiz, arkadaşlarımız, iş arkadaşlarımız, tanımadığımız ya da çok az tanıdığımız insanlar, romantik ilişkilerimiz…Hepsi üzerine sesli düşünüyorum şu an.
Kendime de sorduğum bence kilit bir soru var: ‘‘Sen sevilmek kaygısında mısın, yoksa kendini sevmeyi ve sevmeyi öğrendin mi/öğreniyor musun?’’ Genel olarak cevabım şuydu: ‘‘Ben zaten sevmeyi biliyorum, seviyorum işte. Bu şekilde de beni seven insanlarla zaman geçiriyorum. Çoğu zaman böyle işlemiyor. Sonuçta sevmek çok kolay değil mi? Üzerine düşünmeye gerek yok.’’
Herkesin sevmek söz konusu olunca kendi tarzı var; bir hediye vermek, sevdiğini söylemek, sarılmak, seviyor gibi görünmese de sevmek, paylaşmak/iletişim kurmak, kaliteli zaman geçirmek, fiziksel temas vb. Bunların hepsi bir noktada ailemizden, çevremizden öğrendiğimiz ya da eksikliğini hissedip talep ettiğimiz sevme şekilleri. Sevmeyi öğrenebiliyoruz. Hayatımız boyunca o öğrendiklerimizle birini, bir şeyi seviyoruz. Fakat, sevmeyi bir sanat olarak kabul edersek bu sanat üzerinde derinleşmeyip ya başkalarından öğrendiğimiz şekilde sevgimizi gösterip ya da topyekün bir sevilme kaygısının kucağında yaşıyoruz.
Kendimizin en iyi halini, en doğru halini, en güzel/yakışıklı halini artık toplumda kabul gören ne varsa performans kültürüne yem ediyoruz. Sevmede ve sevilmede dış onaya mahkum bir şekilde yaşıyoruz. ‘‘Daha uyumlu olursam, daha şöyle olursam, böyle olursam, kendi fikrim yerine başkalarının fikrini kabul edersem, onunla daha iyi anlaşırsam ve çıkarlarına hizmet edecek şekilde davranırsam sanırım daha çok sevilirim değil mi?’’ Aşınan şey yalnızca benlik algımız değil, sevme algımız ve davranışlarımız. Sanki içerde 5 yaşında bir çocuk konuşuyor gibi. Yetişkin olabilmek tam bu çocukla anlaşıp hem de gelişmenin sorumluluğunu alabilmek bence. Sevme pratiklerinde derinleşmek ilk sorumluluğum gibi hissediyorum. Bunu paylaşmak ve derinleşmeye devam etmek istiyorum. Bu yazı bunun bir parçası.
Sevilmeye dair kaygımız, herkesin tahmin edeceği şekilde, aile ve çevremizden geliyor. Bu kodlarla birlikte ne yaparsam sevilirim, ne zaman sevilmem gibi soruların yanıtlarını alıyoruz. Yani, koşullu bir sevgi öğrendiyseniz bu koşulu karşılamak için elimizden geleni yapıyoruz. Çünkü, sevgi bir yerde ihtiyacımız ve hayatımızın temelinde yemek yemek, su içmek kadar elzem. Fakat başkalarının sevgisini kazanmaya çalışmak kendimizi ihmal etmektir ve bu şekilde sevmekten çok sevilmeye ve onaya ihtiyaç duyarak yaşarız diyor Gabor Mate.
Sevgiyi tabii ki tarihsel bağlamda düşünmek daha sağlıklı olabilir. Sevgi dediğimiz şey, yalnızca iki birey arasında özel ve kişisel bir mesele değildir. Tersine, tarihsel olarak kodlanmış, toplumsal cinsiyet rolleriyle biçimlendirilmiş bir alandır. Özellikle heteroseksüel ilişkilerde, kadınlar çoğu zaman “sevilmeye değer” olmakla sınanırken, erkekler için sevgi “elde edilmesi gereken bir ödül”, bazen de “zayıflık” olarak kodlanır. Heteroseksüel ilişkileri baz alırsak, bu kadınlara atfedilen bir özellik oluyor. Mona Chollet, Aşkı Yeniden İcat Etmek’te patriyarkanın heteroseksüel ilişkileri nasıl manipüle ettiğini, hem kadınları hem de erkekleri koşullandırdığını, aşkı ve arzuyu yaşamamıza engel olduğunu anlatıyor. Kadın-erkek ilişkisinin hakiki ve eşit bir ilişkiye dönüşebilmesi için öncelikle kadınların kendi seslerini bulması gerektiğini söylüyor.
Feminist teorinin bize gösterdiği şey oldukça önemli, sevgi sadece bireysel değil politiktir. Kimin sevileceği, kimin nasıl sevileceği, kimin neye değer olduğu… bunlar nötr sorular değildir. Sevgi alanı da, tıpkı bedenimiz gibi, patriarkanın işleyişine maruz kalabilir.
Yani sevmeye dair aslında programlı yaşıyoruz. Bunlara ek olarak sevmenin özünde nasıl bir şey olduğunu, hangi programlamalarla sevgiyi gösterdiğimize dair pek bir şey bildiğimiz söylenemez. Peki burada anlatmaya çalışılan sevgi nasıl bir şey?
Daha kuramsal bir yerden bakacak olursam en sevdiğim iki yazarın sevmek üzerine yazdıklarında aynı fikirde olması çok hoş. Erich Fromm’un ‘‘Sevme Sanatı’’ ve bell hooks’un ‘‘All About Love’’ kitabında sevmek bir duygudan çok bir eylem, karar ve duruş olarak kavramsallaştırılıyor. Fromm’a göre, sevmek öğrenilmesi gereken bir sanat. Sevgi, içgüdüsel bir edim değil, emek isteyen bir pratik, bir disiplin alanıdır. Sevgi kapasitemiz, sevilme arzusundan çok, sevme yetimizi geliştirmekle büyür. Sevgiye dair bu okuduklarım bana ilk okuduğumda devrimsel gelmişti. Sevmenin sadece "olduğu gibi" olmadığını, öğrenilmesi, uygulanması ve hatta disiplinli bir şekilde çalışılması gereken bir alan olduğunu ilk kez o zaman düşündüm.
Öncelikli olarak birini bir şeyi severken hala eski kalıpları devam ettirdiğimi, uyumlu/uslu kız olmaya çalışıp, kendimden ödün vererek, daha çok sevilme kaygısında olduğumu fark ettim. Bu durum zamanla ve çabamla çözülmeye başladı, tam burada dönüşmeye başladı bir şeyler. Kendimiz olursak ‘‘çok fazla ya da çok az’’ görünmekten korkuyoruz. Çünkü toplumsal olarakta ‘‘kendim olayım ve beni böyle sevsinler’’ fikri çok radikal geliyor. Korkuyoruz. Ama bu korku hem sevilme pratiğininden hem de kendimiz olmaktan bizi geri tutuyor. Buradan nasıl bir çıkış olacağına dair kimsenin yazılı bir reçetesi yok. Herkesin yaşantısında cevaplarını ve pratiğini yapacağı bir konu gibi duruyor.
Ben kendi yaşantımdan bahsedeyim en iyisi. Sevilme kaygımın olduğu alanlar üzerinde düşünmek bir hayli işe yaradı. Hala dış onaya ihtiyaç duysamda öncelikli olarak ‘‘Burada sevecek ne var, nasıl sevebilirim?’’ gibi bir soru dönüyor içimde. Bunun cevaplarıyla birlikte sevginin anlamı benim için dönüşüyor. Bazen sevdiğim şeyleri yazıyorum. Bunlar kedi göbeği sevmekten, romantik ilişkime ve bazen de yaptığım işi sevmeye kadar uzanıyor.
İkinci sorduğum soru: kendimle zaman geçirmekten aldığım keyif alıyor muyum, yalnızlığımla dost muyum? Bu sorunun benim için amacı önceliğim yalnızlığımdan kaçıp sevildiğimi düşündüğüm alanlarda bununla yüzleşmekten kaçmak mı yoksa yalnızlığımı da sevip sahip çıkabilir miyimdi. Bu soru uzun süre yanıtsız kaldı. Sonrasında yanıtı pratik ederek yarattım. Yalnız olabilmek ve içine dönebilmenin bir başkasını sevebilmenin ilk koşulu olduğunu idrak etmem zaman aldı. Biri yalnız kalmak istediğinde terk ediliyormuş gibi hissettim. Bu pratik hayatıma başka insanların sınırına, yalnızlığına, alanına, isteklerine daha çok saygı duymamı sağladı. En başta yalnızlıklarına saygı duyarak onları seviyorum.
“Kendine ait bir oda olmadan, kimse tam anlamıyla sevmeyi öğrenemez.”
Virginia Woolf
“Sevmek, yalnız kalabilme gücünü istemektir.”
Rainer Maria Rilke
Sevgiyi derinleştirmenin yolu, önce kendi iç odamıza dokunmaktan geçiyor olabilir mi?
Diğer bir konu, sevginin gerçekten bir sanat olduğunu idrak etmekten geçiyor. Tıpkı bir müzisyenin her gün pratik yapması, her gün yeniden seçerek, yaşayarak ve uygulaması gibi sevmeyi tercih etmek gerekiyor. İlişkilerde bu davranış biçimini gösterip göstermediğimize dürüstçe bakmak iyi olabilir. Sevmek sadece "sana aşığım" demek değil; kişinin varlığını duymak, ihtiyaçlarını gözetmek, onunla gelişmeyi göze almaktır.
Peki, sevgi bir sanatsa nasıl derinleşiriz?
İlişkilerin ilk zamanlarındaki yoğun bağ hissi çoğu zaman yansıtma oluyor ve karşımızdaki kişiyi, içimizdeki eksikliklerin tamamlayıcısı olarak görüyoruz. Ama sevginin derinliği, ilk büyü bozulduktan sonra başlıyor. Yani, gerçek sevgi, projeksiyonlar dağıldıktan sonra hâlâ kalabiliyorsa vardır.
Alain de Botton şöyle diyor: “Birini sevmek, onun eksikliklerine sabır göstermeyi öğrenmektir.” Sevgi yalnızca hayranlıkla değil, hayal kırıklıklarıyla da başa çıkma kapasitesidir.
Sanatta derinleşmek, monotonluğu göze almak, gelişme süreçlerini sabırla yürütmek demekse sevmek de tam olarak böyle bir süreç oluyor. Herhangi bir ilişkide tıkanıklıklar yaşandığında kaçmak yerine, orada kalmayı seçmek; kolay olanı değil, dürüst olanı konuşmayı seçmek, duyguların iniş çıkışlarına rağmen bağ kurmaya devam etmektir.
Bu çoğu zaman kırılgan olmayı da beraberinde getiriyor. Bu çoğu zaman korkutucu gibi görünüyor. Ama, savunmasız olmak, “her şeyi göze almak” ve ‘‘kendini yitirmek’’ demek değil; hissettiklerini açıkça ifade edebilmek demektir. “Korkuyorum, ama yine de buradayım” diyebilmek.
Güvensizlikten kaçmak yerine onunla yüzleşmek, savunma mekanizmalarını değil, gerçek iletişimi seçmek. Sevgide bu tür bir açıklık varsa, ilişki sadece korunmakla kalmaz, gelişir.
Tüm bunları düşününce son bir noktadan daha bahsetmek istiyorum. Sevilme kaygısından biraz daha sıyrılıp sevmeye zaman ayırmak için sevilmemeyle de başa çıkmalıyız. Sevilmeme ihtimali korkutucu ama bazen en büyük özgürlük o korkunun içinden geçmek olabilir. Herkesin bizi sevmesini bekleyemeyiz; bu beklentiyi bırakmak, gerçek sevgiye alan açmaktır.
Yorumlara kendi düşüncelerinizi yazabilir, bu yazıyı paylaşabilirsiniz.
Sevgi gerçekten paylaştıkça çoğalıyor.
Sevgiyle,
Dilşad